Şehrin merkezindeki en büyük, en eski, tarihi özellikleri olan bir cami’ydi… Semt sakinlerinin olduğu gibi, şehit cenazeleri ile tanınmışların, zenginlerin, sevilen insanların cenazeleri de bu camiden kalkardı.

O gün de o kadar kalabalıktı ki…

Davetiye çıkarılmadan toplanmıştı insanlar…

Aslında şehrin bütün camilerinde salâ verilmişti… Şehrin ileri gelenleri, büyük-küçük bütün şirketler gazetelere ilan kuyruğuna girmişlerdi… Gazeteler, ilan yoğunluğu nedeniyle ilave sayfalarla bu durumu paraya çeviriyorlardı… Bu arada, şehrin birçok yerinde de lokma dökülüyordu…

O şehirde yaşayan, her kesimden insanlar vardı… Genci, yaşlısı… Zengini, fakiri… Müslüman’ı, Hıristiyan’ı… Ermeni’si, Yahudi’si… Süryani’si, ataesti… İnananı, inanmayanı… Dindarı, dindar olmayanı… Her dinden insan da gelmişti, bu cenazeye…

Kentin ileri gelenleri, eski-yeni bakanlar, valiler, milletvekilleri, politikacılar, belediye başkanları, generaller, albaylar, profesörler, doktorlar, müdürler, memurlar, öğretmenler, öğrenciler, polis, bekçi, hırsız, düzenbaz, tuhafiyeci, manifaturacı, bakkal, manav, kasap, işportacı, seyyar satıcı, zabıta memuru aklınıza gelen her meslekten çok sayıda insan, bu cenaze için gelmişlerdi… Caminin avlusu hınca hınç doluydu… O kadar kalabalıktı ki iğne atsanız yere düşmezdi…

Ve o kadar çok çelenk gelmişti ki… Caminin ve avlu duvarının her yerine çelenk dizilmişti… Cenazeye gelen gelemeyen ya da isminin görünmesini isteyen herkes çelenk göndermişti… Çelenk gönderenler, çelengin görünür bir yere konması için adam bile göndermişlerdi. Çelengin yerini beğenmeyenler ya da çelengin arkada kaldığını düşünenler çelengin yerini değiştirterek herkesin görmesini sağlamaya çalışıyorlardı.

Bu arada, birileri cenazeye gelenlerin listesini yaparken; iki ayrı noktaya konulan kamera ile de cami girişi ile taziye sırasına girenler görüntüleniyordu.

Yine zenginler; markalı, büyük çerçeveli, siyah gözlüklerini takmışlardı… Saçını hiç örtmeyen kadınlar bile şal örtmüşlerdi başlarına…

Caminin avlusunda herkes birbirine:

- “Başımız sağ olsun!” Diyordu…

Herkes, birbirine başsağlığı diliyordu…

Uzun zamandır birbirlerini görmeyen, aklına geldiği halde birbirlerini aramayanlar da cenazede görüşme fırsatı buluyorlardı… Ölüm acı bir olaydı; ama bazıları tabutun başında ya da yakınında gülebiliyorlardı… Nereye, ne için geldiklerini unutmuşlardı sanki… İnsanlar beşerli, onarlı guruplar halinde sohbet ediyorlar; kimileri politika, kimileri iş bağlantısı yapıyordu…

Tabutun başında sohbet ederken, rahmetlinin adını, ölümünü bile anmıyorlardı… İlk karşılaştıklarında birbirlerine “Başımız sağ olsun” diyenler, camiye ne için geldiklerini unutmuşlardı.

Gazetecileri görenler toparlanıyor, üzüntülü bir tavır takınıyorlardı… Kameraları görenler ile röportaj verenler daha bir üzgün, söylemleri daha bir acıklıydı….

Herkes aynı fikirdeydi: Bu ölüm de, diğer her ölüm gibi erken olmuştu…

Rahmetlinin yaşarken kimseye bir zararı olmamıştı… Hep insanlar için, insanların iyiliği için yaşamıştı…

Ama O, onları ilk kez, kendi cenazesinde, aynı şey için bir araya getirebilmişti…  

Her zamanki gibi vakit namazını kılanların sayısı, yine azdı... Ama cenaze namazına geçilirken, nerdeyse camidekilerin tamamı saf tuttu…  Müslüman olmayanlar da saf tutmuştu, Müslümanlarla birlikte… Kadınlar da saf tutmuştu, erkeklerle beraber…  O kadar kalabalıktı ki… Cenaze namazı için saf tutanlar, cami avlusunun dışına-caddeye taşmıştı…

Abdesti olan-olmayan, dua bilen-bilmeyen, Müslüman olan olmayan herkes saf tutmuştu…

Herkes hocanın gelmesini beklerken, cılız bir ses yükseldi kenardan:

-Safları sıklaştırın, aralarda boşluk kalmasın… Safları sıklaştırın…

Herkes durgun ve üzgün bir eda ile hocayı bekliyordu… Hoca Efendi, kalabalığı bekletmemek için tespih duasını yaptırmadan namazı bitirmişti… Ve cübbesini düzeltirken, geldiğini belli etmek için mikrofona öksürüyordu… Hiç gerekmediği halde öksürürken, bir taraftan da ön saftakileri süzüyordu… Büyük bir saygıyla, ön saftakileri bakışlarıyla selamladı…

 

Ve ardından cenaze namazının nasıl kılınacağını tarif etmeye başladı: 

-Birinci tekbirin arkasından "ve celle senâüke" cümlesi,  ilgili yere eklenerek "Sübhâneke" okunur.

Elleri kaldırmadan Allahüekber diye açıktan tekbir alınırken, cemaat de ellerini kaldırmadan gizlice tekbir alır. Bundan sonra cemaat içinden Allahümme sa

lli ve Allahümme bârik dualarını okur.

Tekrar aynı şekilde eller kaldırılmadan Allahüekber diye tekbir alınır. Bilenler cenâze duasını, bilmeyenler de, dua niyetiyle “Fatiha” suresini okur.

Bu duadan sonra yine Allahüekber denilip eller kaldırılmadan tekbir alınır ve arkasından önce sağa sonra sola imam yüksek sesle, cemaat alçak sesle selâm verir. Namaz sırasında bilenler saydığım duaları; bilmeyenler bildikleri duaları; dua bilmeyenler de içlerinden geldiği gibi Yüce Yaradan’dan mevtanın cennete kabulünü ve varsa kendi günahlarının affını isteyerek dua edebilirler. Muhterem cemaat Allah için namaza, meyyid için duaya, Rasillullah Efendimiz için salavata, uyun hazır olan imama…

- Allahuekber…

- ………………………….

- Essalamualeykum ve rahmetullah…

- Ey cemaat, merhuma bu dünya ile ilgili haklarınızı helal ediniz.

- Helal Olsun…

- Allah da sizlerden razı olsun… Allah rahmet eylesin… Tekrar başınız sağ olsun…

Namazı kılanlar, gür bir sesle “Helal Olsun” demişti ama; bu “helalleşmek” değil, hocanın sorusuna cevap vermekti… Aslında helallik istenecek namazı kılanlar değil, tabutun içindeki rahmetliydi… Çünkü, cemaatin üzerinde rahmetlinin hakkı vardı… Ve O’nun hakkı da kefeninin, daha doğrusu yüreğinin içindeydi…  Ama o hakkını helal etmeden-helalleşmeden göçüp gitmişti bu dünyadan…

Namazın bitmesiyle birlikte, ön saftakiler tabutu omuzlarına aldılar… Ardından bir kargaşa ve rahmetlinin tabutu eller üstünde cami avlusunun kapısına doğru götürülmeye başlandı.

Rahmetlinin tabutu, cemaatin ellerinin üstünde adeta süzülüyordu… Yaşarken olduğu gibi, öldükten sonra da kimseye yük olmuyordu sanki…

Camidekilerin büyük çoğunluğu mezarlığa gitmeyecekti… Ama camide görünmeden de olmazdı…

Tabut cenaze arabasına konurken, büyük bir çoğunluk birbirlerine çeşitli gerekçeler gösterip, mezarlığa gidemeyeceğini söyleyerek ayrılıyordu camiden…

Herkesin çok önemli bir işi, çok önemli bir randevusu vardı… “Eğer o işi iki saat içinde yapmasalar” hayatları kararacaktı, sanki… İnsanlar cami avlusunda bile o kadar rahat yalan söyleyebiliyorlardı ki… İş hayatının içindeki yalanları, bilerek yaptıkları yanlışları, tutmadıkları-yerine getirmedikleri sözleri “iş hayatının gereği” olarak görenler; cami avlusunda olduklarını, kıldıkları vakit namazında dualarıyla Tanrı’ya verdikleri sözleri bile inkar eder olmayı içlerine sindiriyorlardı…

Büyük bir çoğunluk, ner’deyse herkes camiden ayrılmak istiyordu… Ve yine ner’deyse, hiç kimse mezarlığa gidip, bir kürek toprak atmak istemiyordu, rahmetlinin üstüne…

Yaşarken yalnızlığa terk ettikleri, ara sıra adını anmış olsalar bile, yüzünü görmedikleri ve belki de ölümüne neden oldukları birine,  son görevlerini yapmaktan kaçınıyorlardı…

Ve çoğu kimse rahmetlinin “ölüm nedeni”ni sormuyordu… Aslında rahmetlinin ölümünde herkesin payı vardı… Çünkü sağlığında kimse onunla yeterince ilgilenmemişti…

Belki de farkındaydılar, kendi yapmadıklarının… Belki de bu nedenle bir an önce gitmek istiyorlardı…

Yaklaşık iki saate toplanan cemaat, yedi-sekiz dakikada dağılıvermişti…

Cenaze arabası, arkasında cılız bir konvoyla camiden ayrıldı…

Bu arada, on altı ya da on yedi yaşlarında bir genç, caminin önünden geçerken merak etmişti kimin öldüğünü…  Camiden çıkan son birkaç kişi arasından seçtiği yaşlı bir adama sordu:

-  “Af edersiniz efendim; kim ölmüş?”  

Yaşlı adam, mahzun mahzun, biraz da utanarak, gencin yüzüne baktı ve

-“İnsanlık ölmüş çocuğum, insanlık ölmüş” dedi…

Ve  ağır ağır uzaklaştı camiden.