ABD’nin 47. başkanı Donald Trump 20 Ocak 2025'te Kongre'de yemin ederek, ikinci defa göreve resmen başlayacak.

Ancak ABD siyasetinde çok da alışık olunmadığı üzere Trump, daha yemin etmeden ABD’nin yakın çevresine ilişkin yaptığı açıklamalarla küresel siyasette yeni gündemler oluşmasına neden oldu. Kanada’nın ABD’ye katılması, Panama Kanalı’nın ABD mülkiyetine geçmesi, Grönland’ın satın alınması ve Meksika Körfezi’nin adının Amerika Körfezi olarak değiştirilmesi gibi birbirinden ilginç taleplerde bulunan Trump, yeni dönemine ilişkin önemli ipuçlarını da vermiş oldu.

Trump’ın bu tür talepleri, ABD’nin küresel üstünlüğünü ve “önce Amerika” (America First) politikasını yüceltmeye yönelik girişimler olarak değerlendirilebilir. Bu talepler hem ekonomik hem de jeopolitik açıdan ABD’nin egemenliğini artırma ve diğer ülkeler üzerinde sembolik bir üstünlük kurma çabasının bir ürünü olarak da değerlendirilebilir. Trump bu tür fantastik taleplerde bulunarak coğrafi ve sembolik alanların ABD’ye katılımı düşüncesini yeniden üreterek Amerikan halkının zihninde bir “imparatorluk genişlemesi” hayali yaratmayı istemektedir. Keza popülist liderler sık sık böyle maksimalist hedefler üreterek “güçlü devlet” ve “onun gücünü sınırlamaya çalışan dış güçler” algısını güçlendirerek seçmen tabanının konsolide etmeyi denerler. Tarih bunun örnekleriyle doludur: NAZİ’lerin Lebensraum’u, Mussolini’nin Mare Nostrum’u ve Dugin’in Avrasyacı fantezileri ilk akla gelen örnekler…

Ayrıca Trump, bu taleplerle ABD’nin geçmişteki küresel liderlik rolüne atıfta bulunmaktadır. Özellikle Panama Kanalı gibi tarihsel olarak ABD’nin kontrolünde olan bir bölgenin yeniden mülkiyetine geçmesi fikri, geçmişin zaferlerini yeniden canlandırma imajını kışkırtmak amacını taşımaktadır. Trump’ın bu tür radikal ve dikkat çekici talepleri, Amerikan halkının milliyetçi duygularını harekete geçirme amacı taşıyor. Bu talepler, ABD’nin dış politika meselelerinde daha agresif ve üstün bir rol üstlenmesi gerektiğini savunan kitleleri hedef alarak sağ popülizmin pervasız doğası ile tam olarak örtüşmektedir.

Bu talepler, ABD’nin küresel hedeflerini genişletmekten ziyade, Trump’ın iç politikada destek bulmak için dış politika konularını araçsallaştırdığını gösterir. Dış politikadaki sembolik ve iddialı çıkışların, Trump’ın tabanını motive eden “güçlü lider” imajını pekiştirmek için kullanıldığından tamamen eminim. Gerçekçi olmaktan çok tartışma yaratmayı amaçlayan bu söylemler, hiç şüphem yok ki, halkın ilgisini çekmek ve tartışmaları Trump’ın liderliği etrafında toplamak için kasıtlı olarak tasarlanmıştır. Trump, ABD’nin dünya sahnesinde daha dominant bir aktör olarak algılanması gerektiğini savunur gibi görünerek, ona küresel sistemde ABD’nin üstünlüğünü vurgulamak için yeni araçlar ve boş tartışmalar yapmak için yeni alanlar yaratmaktadır. Elon Musk sayesinde X (Twitter) gibi harika bir post-truth aracını elinde tutan Trump, bu mecra sayesinde havanda dövmek için tonlarca suya sahip olacaktır. Elbette “her şeyin altında Amerika var”cı, küresel siyasetin bütün kodlarını çözmüş gruplar da kendi havanlarını yanlarında getireceklerdir. Bu yazının konusu değil ama, tam yerine rast gelmişken söyleyelim: yukarıda nedenini açıkladığım üzere yeni dönem komplo teorilerinin şimdikinden çok daha popüler olduğu bir dönem olacaktır.

İç politikadaki, bu duygulara seslenen pervasızlık elbette dış politikada da riskleri beraberinde getirmektedir. Örneğin tür talepler, ABD’nin müttefikleriyle ilişkilerini zedeleyecek ve uluslararası toplumda zaten oldukça güçlü biçimde var olan “ABD’ye karşı güvensizlik” duygusunu da arttıracaktır. Ayrıca Trump gibi popülist liderlerin sembolik ve radikal söylemleri, kısa vadede dikkat çekici olsa da uzun vadede diplomatik ve politik sorunlara yol açacaktır. Trump’ın bu fantastik talepleri, ABD’nin uluslararası ilişkilerde yalnızlaşma riskini artıracaktır. Açıkça bu öneriler hem hukuki hem de diplomatik bağlamda gerçeklikten kopuktur. Örneğin, Grönland’ın Danimarka’dan satın alınması ya da Kanada’nın ABD’ye katılması gibi fikirler, uluslararası hukuktaki devletlerin eşit ve egemen oldukları prensiplerine açıkça aykırıdır.

Tekrar etmekte fayda var ki, Trump’ın bu talepleri, popülist ve milliyetçi bir politika çerçevesinde şekillenmiş, ABD’nin küresel üstünlüğünü yeniden tanımlamayı amaçlayan sembolik hamlelerdir. Bu talepler ABD’nin muhafazakâr seçmen kitlesi arasında ilgi uyandırmayı başarabilirse de uluslararası hukuk, diplomasi ve siyasi gerçekler açısından uygulanabilir olmaktan tamamen uzaktır. Bu tür politikalar, Trump’ın liderliğini ve “Amerikan üstünlüğü” vizyonunu destekleyen iç politik mesajlar olarak değerlendirilmeli; ancak küresel sonuçları dikkate alındığında, ABD’nin küresel rolüne ve dünya barışına zarar verme potansiyeli taşıdığı da unutulmamalıdır.