Dünya milyarlarca yıl önce oluşmaya başlarken, bazı bölgeler, kentler, kasabalar, köyler içindeki tüm canlı ve cansız varlıklarıyla birlikte özel olarak yaratılırlar.
Ben böyle inanıyorum. O bölgeye adım attığınızda büyülenirsiniz, heyecanlanırsınız. Doğanın güzelliğine dakikalarca bakar ve içinize sindirirsiniz. Her mahalleyi, her sokağı adımlayarak gezmek istersiniz. Adeta özümsersiniz. Unutmamak için belleğinize iyice kazırsınız ve bir daha oradan çıkmaması için beyninizin en özel bölgesine alırsınız. Orada yaşamınızın sonuna kadar saklarsınız. Ve bir kez daha gitmek istersiniz oralara ki, bu pek mümkün olmaz. Onun için imdadınıza fotoğraf makineleri yetişir. Güzellikleri ölümsüzleştirir. İnsanın içinde bir burukluk bırakmasına karşın, hatıraları canlandırır. Ben de öyle yaptım. Uzun bir yolculuk güzergahı belirledim. Ege Bölgesi’ni terk ettim. Kuzeye doğru, hatta biraz kuzey-doğu da diyebiliriz. Uzun yolculuklar yorucudur. Gidişi keyifli, dönüşü zahmetli olur. Ama görüp gezdiğiniz yerleri epey bir süre aklınızdan çıkaramazsınız. Aktif gazetecilik yaptığım yıllarda, oldukça uzun gezilere çıktım. Bir haftalık, on günlük ve on beş günlük. Kimi yorucu, kimi zevkliydi haber malzemesi açısından.
Bursa-Karacabey-Gemlik-İznik
Gezilerin verdiği mutluluğu ve keyfi kentlerin bağrını aralayıp içine biraz girince daha iyi anlıyorsunuz. Bu kez Ayvalık’tan çıktım yola ve İznik Gölü’nü hedef seçtim. Çadırımı otomobilime yükledim. Cumartesi sabahı erkenden yola koyuldum. Manisa, ardından Saruhanlı yolu üzerinde salaş bir kahvehanede çayımı yudumlayıp, boyoz ve İzmir gevreği ile nefis bir kahvaltı ettim ve zaman kaybetmeden yola koyuldum. Balıkesir’i 90 kilometre kadar geçtikten sonra yolun sağ tarafında güneş ışıklarının yansımasıyla parıldayan Uluabat Gölü tabak gibi karşıma dikildi.Gölün görkemine kapılmışken gözüm bir levhaya ilişti.
Gölyazı-Ağlayan Çınar
Ve geri manevra ile Gölyazı beldesinin yoluna giriş yaptım. İyi ki dönüş yapmışım. Gölyazı (Apollania) tabelasını okuyup sağa dönerek, 5 kilometre kadar içeri doğru, zeytin bahçelerinin arasından nefis bir yolculuk yaptım. Binlerce yıl önce kurulmuş antik bir kente adım attım. Beldenin hemen girişinde sadece dört duvarı kalmış ama görkemli bir Kilise binası göze çarpıyor. Daha sonra,19. Yüzyılda yörede yaşayan Rumlar tarafından yapımına başlanan ancak bitirilemeden mübadele nedeniyle inşaatı yarım kalan kilisenin daha sonraki yıllarda yıldırım düşmesi sonucu geçirdiği yangında çatısının yandığı bilgisini edindim. Antik kente ait mimari kalıntılar yüzeyde kaldığı ölçüde görülüyor. Bölgeden çıkarılan eserlerin Bursa Arkeoloji Müzesi’nde sergilendiğini öğrendim. Beldeyi mahalleleri ve sokaklarıyla karış karış tabanlarım pişene kadar dolaştım. Kentin bulunduğu yarımadanın en dar kısmında savunmayı kolaylaştırmak amacıyla bir kale bir de doğal eğim kullanılarak tiyatro kurulmuş. Ancak bunlardan günümüze sadece blok taşlar kalabilmiş. Yine de yerleşim 800 metre uzunluğundaki surların içine yapılmış.
Bir doğa oyunu
Kış mevsimiyle birlikte gölün suyunun yaklaşık dört metre civarında yükseldiğini öğreniyorum. Yüzlerce dönüm arazinin sular altında kalması nedeniyle beldede bulunan iki mahalleyi birbirine bağlayan köprü geçişi sağlıyor. Belki de yeryüzünde pek rastlanmayan bir doğa olayı gerçekleşiyor; yazın kara ile birleşip bir yarımada görünümü alan belde kışın tadına doyum olmayan bir adaya dönüşüveriyor.
Ramsar alanı
Bu doğa harikası bölgede gezdiklerim ve öğrendiklerim karşısında daha da bir keyif almaya başladım. Doğal miras olarak Uluabat Gölü Ramsar alanı ilan edilmiş. Çok sayıda ve türde kuş Uluabat Gölü' nde üreyip, konaklıyor. Kuş gözlemek amacıyla yöreye pek çok yabancı turist geliyormuş. Uluabat Gölü’nde üreyen kuşların sayımı yapılmış ve sonuç gerçekten çok sevindirici çıkmış. 823 çift Küçük karabatak, 660 çift Bıyıklı sumru, 32 çift Pasbaş pakta, 109 çift Alaca balıkçıl, 48 çift Kaşıkçı ve 105 çift Gece balıkçı kayda geçilmiş.
Balıkçılık
Beldenin en önemli geçim kaynağı balıkçılık. Göl kenarında onlarca kayık var. Gençler, yeni ağlar örüyor, eskilerini onarıyor. Gençler mutlaka balık yememi önerdi. Kent içinde birkaç lokanta var. Ama sanırım en önemlisi yaklaşık 750 yaşındaki çınar ağacının altındaki lokanta. Turna balığı yemekte karar kıldım. Gölün hemen dibinde Ağlayan Çınar’ın altına yerleştirilmiş masalardan birine oturdum. En lezzetlisi olduğunu öğrendiğim turna balığını ısmarladım, afiyetle yedim. Birçok kez tatlı su balığı yedim. Ancak turna balığı gerçekten lezzet olarak diğerlerinden çok farklı,balık sevenlere öneririm.
Ağlayan Çınar
750 yaşındaki bir çınar ağacının ağlamasını önce garipsedim. Balık yerken, lokantanın sahibi gelip gidenlere çınar ağacının ağlamasıyla ilgili öyküyü anlatıyor. Gerçekten de ağacın hemen üstünden kırmızıya çalan bir akıntı geliyor. Sanırım, ağacın kökleri bunu bir su akıntısından alıyor ve dalların arasında bir şekilde yeryüzüne indiriyor. Ama görülmeye değer. En keyiflisi ise 750 yaşındaki bir çınar ağacının altında karın doyurmak. Çınar ağacı, yüzlerce yıldır gölgesinde farklı ırktan ve dinden insanları ağırlamış. Dili, dini, ırkı ve kimliği ne olursa olsun, her gelene ulu gövdesinden fışkıran kudretli dallarıyla mutlaka bir gölge ayırmış. Savaşlara, barışlara, güzelliklere, kötülüklere, doğumlara ve ölümlere tanıklık etmiş. Lokantadan ayrılırken; çınar ağacına “nice yıllara” demeyi ihmal etmedim.
Öykü bu ya!
Çok önceleri, Marmara Denizi'nin güneyinde bulunan Odryses (Mustafa Kemal Paşa) Çayı, Bandırma'dan denize dökülürmüş. Bugünkü Apolyond (Uluabat) Gölü de bulunmuyormuş. Bu gölün olduğu yerde Apollonya Krallığı, Mustafa Kemal Paşa'nın bulunduğu yerde de Melde Krallığı bulunmaktaymış. Apollonya kralının çok güzel bir kızı varmış. Odryses’de bulunan Melde Kralı, oğluna bu kızı istemiş. Ancak kızın gönlü olmadığı için varmamış bu prense. Kral, bir tepe üzerinde saray yaptırarak, orada saklamış kızını. Bunun üzerine kızan Melde Kralı: " Ben size öyle bir felaket vereyim de sizi su ile boğayım" demiş. Odryses (Mustafa Kemal Paşa) Çayı’nı Apollonya kentinin bulunduğu topraklara doğru çevirivermiş. Irmak, tüm Apollonya topraklarını sular altında bırakmış. Apollonya kenti ile, prensesin bulunduğu sarayın çevresi sularla çevrili birer ada olarak kalmış. Apolyond (Uluabat) Gölü de işte böyle oluşmuş. Bursa-Karacabey-Gemlik-İznik gezimin bu son durağında Gölyazı’nın tadı damağımda kaldı.. Gölün üzerinden batan güneşi izleyerek İzmir’e döndüm.