"Depremde yıkılmış bir köy... Şu yanda bir çatının/ Çürük direkleri fırlamış, ötede/ Çamur yığıntısına benzeyen bir zemin katının/ Yıkık temelleri gözüküyor, uzakta bir ev/Yere doğru eğilmiş, hemen yıkılıp gidecek"

Hep beraber öyle günler yaşadık ki, ne desek nasıl anlatsak az kalır. Onun için ben de edebiyatımızın mihenk taşlarından birisi olan şair Tevfik Fikret'in "Verin Zavallılara" isimli şiiri ile sözlerime başladım.

Bu yıl yine her zamanki gibi depremler yaşadık. Biliyoruz Türkiye’de deprem hep oldu ve olacaktır. Neredeyse her gün bir ilimiz/ilçemizde deprem oluyor. 21 Aralık’ta İstanbul Avcılar 3 şiddetinde, 22 Aralık’ta Muğla Datça 4,7 şiddetinde sallandı. Ben şu an bu satırları yazarken bile, ülkemizin herhangi bir noktasında deprem oluyor olabilir.

Üzülüyoruz, içimiz çok acıyor, kalbimiz sıkışıyor. Ancak üzülmek tek başına yeterli değil,  biraz yaşadığımız felaket üzerine kafa patlatmak gerekiyor. Ben hayatımı yazarak kazanıyorum, fikir işçisiyim, gazeteciyim. Mesleğimi icra ederken de her gün, her an, kısaca saatlerin ilerlediği, dünyanın döndüğü her zaman dilimi hep yeni olaylar ve durumlar ile karşılaşıyorum.

Elbette sadece ben değil, hepimiz yeni olgular ile rastlaşıyoruz. Hatta, "göreceğimi gördüm, ben artık şaşırmam" desek bile, tekrar ve tekrar şaşırıyoruz. Yaşanılan bu süreç, herkes gibi beni de derinden etkiledi, şaşkınlıklarımı da artırdı. Biraz onlardan bahsetmek istiyorum.

Deprem felaketi, beni 30 Ekim 2020 İzmir Depremi,  17 Ağustos 1999 Marmara Depremi, 27 Aralık 1939 Erzincan Depremi'ne götürmedi. Doğal afeti yaşadıktan sonra;  14 Ekim 2022 Bartın'ın Amasra ilçesinde TTK'ye ait maden ocağında meydana gelen faciayı  ve 13 Mayıs 2014 tarihinde Cumhuriyet tarihimize en büyük maden kazası olarak geçen Soma maden kazasını hatırladım. Aslında birbirlerine çok uzaklar, birisi deprem diğeri de maden kazası değil mi?

Halbuki aralarında o kadar çok ortak nokta var ki... Ben o haberlerin içinde bulunmuş birisi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kazalar, afetler hep yaşanacak, bunlardan kaçmak çok zor. Ulusal yaslar, meydanlarda yapılan konuşmalar, siyasetçilerin mecliste ve olay yerinde konuşması, sosyal medyada yazıp-çizmek çözüm mü? Ağıtlar yakmak, şiirler yazmak, makaleler kaleme almak, uzmanların boy boy "medyada" konuşması çözüm mü? Tabii ki fikirler beyan edilmeli, düşünceler aktarılmalı. İletişimin tüm boyutlarını en içten duygularımla destekliyorum ama "yavan" demek istemiyorum da, "ah, vah, öldük, bittik" demenin, kısaca sızlanmanın ne anlamı var? Bizler, yani Anadolu coğrafyasını soluyarak ciğerine doldurmuş bireyler, arabeski seviyoruz.

Dert yarıştırmayı, "Ooo senin ki de dert mi? Asıl benim derdim şu kadar, bu kadar büyük" demeye bayılıyoruz. Ve bunu sadece kahve köşelerinde kağıt oynarken değil, en entelektüel sohbetlerimizde, üniversite zamanımızda beyaz önlük ile laboratuvarın başında dahi yapıyoruz. Çözüm değil, sorunu uzun uzun anlatmayı seviyoruz. Sorun yerine, çözümü en ince ayrıntısına kadar düşünsek doğru olmaz mı? Tedbir lafını pelesenk etmişiz dillerimize, fakat başka bir şey yapmıyoruz. Söz söylemek değil, icraata geçmek mühim olan. Yoksa konuşmaya gelince mangalda kül bırakmadan, oturulan köşeden laf söylemek kolay. Zor olanı, çözüm üretebiliyor muyuz, bunu bir düşünelim.  Kendimize sormamız gereken de bu soru. Herkesin bireysel olarak üstüne bir sürü görev düşüyor. Bu görevlerden kaçmak da mümkün değil.