Bir şehrin ruhu, yalnızca binalarından, yollarından ya da gökdelenlerinden ibaret değildir. O şehri yaşanabilir kılan, sokaklarında dolaşan insanların nefes alabildiği, çocukların özgürce oynayabildiği, yaşlıların huzur içinde dinlenebildiği yeşil alanlardır. Ancak Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde şehirler, kendi kendini yok eden bir dönüşüm sürecine girmiş durumda: Betonlaşma.
Her geçen gün yükselen gökdelenler, genişleyen otoyollar ve açılan yeni alışveriş merkezleri, kentleri daha modern gösteriyor olabilir. Ancak bu modernleşme, doğanın aleyhine işlediğinde şehirler aslında yaşanmaz hâle geliyor. Çocuk parkları yerini sitelere, kent ormanları ve doğal göletler AVM’lere, nefes aldıran bahçeler ise otoparklara bırakıyor.
Yeşili Kaybetmenin Maliyeti
Betonlaşmanın etkileri yalnızca estetik bir kayıp değil. Şehirlerdeki yeşil alanların azalması, birçok ekolojik ve sosyal sorunu da beraberinde getiriyor. Öncelikle hava kalitesi düşüyor. Ağaçlar, havadaki karbondioksiti emer ve oksijen üretir. Yeşil alanlar azalınca, şehirlerin hava kirliliği artıyor, nefes almak zorlaşıyor. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde her yıl binlerce insan, hava kirliliğine bağlı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor.
Isı adası etkisi de bir diğer önemli sorun. Beton, ısıyı emerek uzun süre tutar. Bu nedenle şehirlerde sıcaklık, kırsal alanlara göre birkaç derece daha yüksek olur. Küresel ısınmanın etkileriyle birleştiğinde, bu durum yaz aylarında şehirleri yaşanmaz hale getiriyor. Doğal gölgeler ve serin alanlar olmayınca, klimaya bağımlılık artıyor ve enerji tüketimi katlanarak yükseliyor.
Su kaynakları da betonlaşmadan ciddi şekilde etkileniyor. Yeşil alanlar, yağmur suyunu emerek yeraltı su rezervlerini besler. Ancak beton yüzeyler suyun toprağa karışmasını engellediği için, ani yağışlar sele dönüşüyor. Türkiye’de her yıl pek çok şehirde yaşanan su baskınlarının en büyük nedenlerinden biri, yanlış şehirleşme politikalarıdır.
Kentler İnsanlara mı, Beton Firmalarına mı Ait?
Bu noktada önemli bir soru sormak gerekiyor: Şehirler gerçekten orada yaşayan insanlar için mi inşa ediliyor, yoksa büyük inşaat şirketlerinin kârı için mi? Ne yazık ki, Türkiye’de ve birçok ülkede kentleşme politikaları, şehirleri yaşanabilir kılmak yerine, ekonomik kazanç sağlamak üzerine şekilleniyor.
Bir semte yeni bir park kazandırmak yerine, aynı alana onlarca katlı bir konut projesi inşa etmek daha kârlı görülüyor. Oysa ki şehirlerin sadece taş ve çimentodan ibaret olmaması gerektiği unutuluyor. Tarih boyunca büyük medeniyetler, yeşil alanları koruyarak ve hatta genişleterek şehirlerini inşa ettiler. Paris’in meşhur bahçeleri, Londra’daki Hyde Park, New York’taki Central Park gibi devasa yeşil alanlar, modern kentlerin içinde doğaya nefes alma imkânı sunuyor. Türkiye’de ise tam tersine, var olan parklar bile ranta kurban gidiyor.
Yeşili Geri Kazanmak Mümkün mü?
Elbette ki şehirler tamamen betonlaşmak zorunda değil. Dünyada doğaya duyarlı şehircilik uygulamalarına dair birçok başarılı örnek var.
Dikey bahçeler ve yeşil çatı uygulamaları: Binaların duvarlarını yeşillendirerek ve çatılarını bitkilendirerek şehirdeki yeşil alan miktarını artırmak mümkün.
Kent içi tarım alanları: Şehir merkezlerinde bile, küçük bostanlar ve topluluk bahçeleri kurarak hem ekolojik denge sağlanabilir hem de kentlilerin doğal gıdaya erişimi artırılabilir.
Yeşil ulaşım politikaları: Bisiklet yolları, yayalaştırılmış bölgeler ve toplu taşıma sistemlerinin güçlendirilmesi, şehirleri daha yaşanabilir kılar.
Belediyeler, yerel yönetimler ve vatandaşlar olarak hepimiz bu konuda daha duyarlı olmalıyız. Şehir planlaması, sadece müteahhitlerin kazancını düşünerek değil, insan hayatını merkeze alarak yapılmalı. Aksi takdirde, yaşadığımız yerler beton mezarlıklara dönüşecek.
Bir şehri gerçekten modern yapan şey, göğe uzanan binalar değil; içinde yaşayan insanların nefes alabileceği yeşil alanlardır. Eğer bu bilinç gelişmezse, şehirler kendi kendini yok etmeye devam edecek.