Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana belirsizliklerin, risklerin, tehditlerin ve öngörülemezliklerin arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu koşulların da etkisiyle son üç hafta içerisinde hem yurtdışında hem de ülkemizde katıldığım akademik toplantılarda uluslararası ilişkiler üzerine çalışan uzmanlar uluslararası sistemin alacağı şekle dair olan tespitlerini ve değerlendirmelerini paylaştılar.
Söz konusu toplantılarda en çok odaklanılan konuların başında uluslararası sistemin çokkutupluluğa doğru yol aldığı ve güç dengelerinin yeniden tanımlanmakta olduğu geliyordu. Rusya’nın ama özellikle Çin’in bu süreçte yükselen güç merkezleri oldukları ileri sürüldü. ABD’nin liderliğindeki Batı merkezli dünyanın geride kalmakta olduğu güçlü bir biçimde vurgulandı. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’dan oluşan ve bu ülkelerin isimlerinin baş harfleri ile tanımlanan BRICS oluşumu dünya ekonomisindeki payı, nüfus ağırlığı ve dünya ticaretindeki hacmi ile önemli bir devlet birlikteliği oluşturmakta. Diğer yandan BRICS ülkelerinin ve bu birlikteliğe katılmaya hevesli diğer ülkelerin ekonomik yapıları, siyasi değerleri ve dış politika yönelimleri anlamında tek bir blok oluşturduklarını söylemek mümkün değil. Daha çok bu ülkelerin Batı’ya karşı pragmatik bir birlikteliği olarak değerlendirilebilir.
Batılı ülkeler dünya ekonomisindeki belirleyici konumlarını yitirirken, liberal değerler anlamındaki çekim gücü tartışmaya açılırken ve son olarak İsrail’in Gazze’de insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle yeterli tepkiyi vermeyerek ahlaken zemin kaybederken, uluslararası sistemi çokkutupluluğa dönüştürmeyi resmî belgelerine ve açıklamalarına taşıyan Rusya ve Çin gibi ülkeler BRICS gibi pragmatik işbirliklerini geliştirme arayışlarını arttırmaktalar. Son çeyrek asırdır uluslararası kurumlar, liberal değerler, uluslararası ilişkilere dair Batılı perspektifler dünya için yeni paradigmalar üretmekten çok uzaktalar. Diğer yandan Batılı dünya düzenini sorgulayan aktörler ise, ekonomik kapasiteleri, askeri güçleri, diplomatik etki alanları ve Batı dünyası üzerindeki farklılıkları kullanarak fark yaratma çabasındalar.
Son tahlilde uluslararası sistem hala bir geçiş dönemi içerisinde. Uluslararası ilişkilerde eski düzen ve kurumlar varlığını bir şekilde sürdürürken, yeni koşullar bütününü tanımlayacak uluslararası sisteme dair bir ifade kullanmak şu an pek mümkün değil. Tüm bu belirsizliklere ve yetersizliklere ek olarak çöken ülkeler, iç savaşlar, terörizm, göç ve mülteci sorunları, küresel sosyo-ekonomik derin eşitsizlikler, radikalleşme, yaşanan pandemi ve dünyanın çok sorunlu hali gelecek için karamsarlığı beraberinde getirmekte. Ve soru elbette “Dünya nereye?” şeklinde sorulmaya devam ediyor…